filmizle42

Yararlı Bilgiler (Sf16)

 

David Garrick

 | Genel | 22 Ocak 2013

David Garrick (d. 19 Şubat 1717 – ö. 20 Ocak 1779) İngiliz aktör, oyun yazarı, tiyatro yöneticisi ve yapımcısı. Samuel Johnson’ın öğrencisi ve arkadaşıydı ve İngiliz tiyatrosunu 18. yüzyıl boyunca hemen her açıdan etkiledi. Bir süre amatör tiyatrolarda rol aldı ama William Shakespeare’in III. Richard’ındaki başrolüyle dikkatleri üzerine çekti. Öldüğünde Londra Westminster Manastırı’nın Şairler Köşesi’ne gömüldü. Buraya defnedilen ilk tiyatrocuydu.

 
 
 
Rating: 0.0/10 (0 votes cast)
 
 
Rating: 0 (from 0 votes)
 

48 total views, 2 today

R. A. Salvatore

 | Genel | 22 Ocak 2013

Robert Anthony Salvatore (d. 20 Ocak 1959) ABD’li fantezi kurgu ve bilim kurgu yazarıdır. En çok Unutulmuş Diyarlar romanları, İblis Savaşları Destanı ve Yıldız Savaşları romanları ile bilinir.

Salvatore en:Leominster, Massachusetts’de doğdu. Yedi kişilik bir ailenin en küçüğü idi. Karısı Diane ve üç çocuğu ile birlikte halen orada yaşamaktadır. İyi bir sporcu olan Salvatore, beyzbol, halter ve buz hokeyi ile uğraşmaktadır. Faal olarak hokey koçluğu da yapmıştır. Kendisine yılbaşı hediyesi olarak gelen J. R. R. Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi’ni okuduktan sonra bilgisayar okumak isteyen Salvatore, edebiyat ve gazeteciliğe yöneldi. İletişim diploması aldığı üniversiteden bir de İngilizce diploması aldı. Yazar olmadan önce barlarda sorun çıkaranları dışarı atarak hayatını kazanıyordu.

İlk basılan ilk romanı 1988′de TSR’dan çıkan Buzyeli Vadisi Üçlemesi’nin ilk kitabi olan Kristal Parçası’dır. New York Times Bestseller listesinden aylarca inmeyen eserlere imzasını attı. Unutulmuş Diyarlar için birçok kitap yazdı. Ayrıca İblis Savaşları Destanı, kendi oluşturduğu kurgusal dünya Corona’da geçen birkaç roman ve Yıldız Savaşları romanları yazdı.

En tanınmış karakterleri arasıda drow Drizzt Do’Urden yer alır.

Romanlara ek olarak Unutulmuş Diyarlar: Şeytan Taşı (Demon Stone) adlı video oyunun da hikâyesini yazdı. Oyun Atari tarafından yayınlandı.

Yoğun ve ayrıntılı savaş sahneleri ile tanınmaktadır. Bunda eski bir boksör ve kabadayı olmasının etkisi olduğu sanılmakta.

 
 
 
Rating: 0.0/10 (0 votes cast)
 
 
Rating: 0 (from 0 votes)
 

55 total views, 1 today

Buzz Aldrin

 | Genel | 22 Ocak 2013

Edwin Eugene “Buzz” Aldrin, Jr. (d. 20 Ocak 1930, Montclair, New Jersey) ABD’li uzayadamı, Ay’a ayak basan ikinci insan.

Görev Komutanı Neil Armstrong’un ardından Ay’a ayak bastı. 1951′de ABD askeri akademisi West Point’ten mezun oldu. 1963′te Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde doktorasını tamamladı ve NASA tarafından uzayadamı kadrosuna seçildi. 11 Kasım 1966′da Gemini 12 uçuşuyla uzaya çıktı. 4 gün süren bu görev boyunca 3 kez uzay yürüyüşü yaptı.

20 Temmuz 1969′da Apollo 11 göreviyle Ay’a ayak bastı.

1971′de NASA’dan, 1972′de ABD ordusundan ayrılarak özel sektörde teknik danışman olarak çalıştı.

Ay’daki bir kratere ve 6470 numaralı göktaşına adı verilmiştir.

 
 
 
Rating: 0.0/10 (0 votes cast)
 
 
Rating: 0 (from 0 votes)
 

54 total views, 0 today

Federico Fellini

 | Genel | 22 Ocak 2013

Federico Fellini (20 Ocak 1920, Rimini – 31 Ekim 1993, Roma), İtalyan film yönetmeni.

İlkokul eğitimini, Rimini’de San Vicenzo rahibelerinden aldı. On yaşındayken evden kaçıp bir sirke girdi. 1938′de üniversiteye kaydını yaptırdı; fakat derslere devam etmek yerine mizah dergisi “420″ ve resimli roman dergisi “Avventuroso” için çalışmaya başladı. 1939′da Roma’ya gitti ve karikatür sanatçısı olarak çalıştı. 1939-1940 yılları arasında radyo oyunları ve filmler için espriler yazdı. 1943′de oyuncu Giulietta Masina ile evlendi. Bir çok filmde birlikte çalıştılar. 1944′de Roberto Rossellini ile birlikte “Roma, Città Apperta (Roma Açık Şehir)” filminin senaryosu üzerine çalıştı. 1946-1952 yılları arasında senaryo yazarı ve yönetmen yardımcısı olarak Rosselini, Alberto Lattuada ve Pietro Germi ile çalıştı. 1950′de ilk filmini Lattuada ile birlikte yönetti. Başarılı sinema kariyeri boyunca dört kez En iyi Yabancı Film Oscar’ını aldı. 1993′de meslek yaşamında gösterdiği başarı için özel bir Oscar’la onurlandırıldı. Ekim 1993′de Roma’da kalp krizinden öldü.

 
 
 
Rating: 10.0/10 (1 vote cast)
 
 
Rating: +1 (from 1 vote)
 

131 total views, 1 today

Silva Kaputikyan

 | Genel | 22 Ocak 2013

Silva Kaputıkyan, (d. 20 Ocak 1919, Erivan – ö. 25 Ağustos 2006, Erivan) Ermeni şair, yazar ve siyaset polemikçisi. Ermenistan’da şiirin en önemli temsilcilerinden birisidir.

20 Ocak 1919’da Erivan’da doğdu. Ataları Vanlı idi. İlk şiirini 14 yaşında yazdı. Erivan Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesi’ni bitirdikten sonra Moskova’da Rus Edebiyatı üzerine eğitim aldı.

1944 yılınma yayımlanan İki Söylence adlı ilk şiir kitabını Günlerle Birlikte (1945), Zanku Kıyısında (1947), Bu Benim Ülkem (1949) adlı eserleri takip etti. Özkardeşlerim (1951) başlıklı şiir seçkisi Sovyetler Birliği Devlet Ödülü’ne değer görüldü.

1950’li yıllarda verdiği eserlerle, Gabudikyan sadece Ermenistan’ın değil, Sovyetler Birliği şiirinin de en önemli temsilcilerinden birisi olarak kabul edildi. Açık Yürekli Söyleşi (1955), İyi yolculuklar (1957), Yol Ortasında Düşünceler (1961) bu dönemin başlıca yapıtlarıdır. Silva Gabudikyan aynı yıllarda çocuklar için de şiirler kaleme aldı.

1962 – 1963’de yaptığı Lübnan, Suriye, Mısır gezisinden sonra Kervanlar Hala Yürümekte(1964), 1973’de yaptığı Kanada ve Amerika gezilerinden sonra ise Ruhun ve Haritanın Renkleri ile Mozaik (1976) adlı kitaplarda yolculuk notlarını yayımladı. Gabudikyan her iki kitabında da anayurdundan ayrılmak zorunda kalan Ermenilerin ikinci vatanlarındaki zorluklarla dolu yaşamlarına ilişkin izlenimlerini anlattı.

Gabudikyan, politik görüşleriyle ülkesinde her zaman söz sahibi olmuş bir şairdir. 1988 yılında başlayan Azeri – Ermeni olayarında önemli rol oynadı. Aşırı milliyetçi bir çizgi izledi. Koyu bir Türk düşmanlığı sergiledi.

Meydanlarda verdiği söylevleri, makaleler ve yazı dizileri halinde okuyucuyla buluştu. Birçok onursal nişanın yanı sıra ‘Halk Sanatçısı’ ünvanını aldı.

Rus ve Sovyet şairlerin eserlerini Ermenice’ye çevirdi. Gabudikyan’ın şiirleri ise başta Rusya olmak üzere Ortadoğu ve Avrupa ülkelerinin dillerine çevrildi. Türkçe’de ise şiirleri 2001 yılında yayımlanan Şarkıların Şarkısı adlı bir kitapta toplandı.

Hovhannes Şiraz’ın karısı, ünlü heykeltıraş Ara Şiraz’ın annesi olan Silva Gubidikyan, 25 Ağustos 2006 günü 87 yaşındayken hayatını kaybetti. Şairin cenazesi başbakanın kararıyla Erivan’ın Gomidas Panteon’una devlet töreni ile kaldırıldı.

 
 
 
Rating: 0.0/10 (0 votes cast)
 
 
Rating: 0 (from 0 votes)
 

55 total views, 2 today

Andre Marie Ampere

 | Genel | 22 Ocak 2013

André Marie Ampère (20 Ocak 1775 – 10 Haziran 1836), Fransız fizikçi ve matematikçi. Elektromanyetizmayı ilk bulan kişiler arasında gösterilir. Elektrik akımı birimi Amper onun adına ithafen verilmiştir.

Ampere Lyon’da doğdu. Babası ona Latince öğretmek istiyordu ancak matematiğe olan ilgisini ve yatkınlığını görünce bundan vazgeçti. Ancak Ampere, Latincesini, Euler ve Bernoulli’nin konularını izleyip uzmanlaşacak derecede ilerletti.

Fransız Devrimi sırasında, Ampère’in babası Lyon’da güvende olacağını düşünerek orada kalmaya devam etti. Fakat ihtilalcilerin şehri ele geçirmesinden sonra idam edilmiştir. Babasının ölümü Ampère üzerinde derin bir etki bırakmıştır.

1799′da Julie Carron ile evlendi. 1796′yı izleyen yıllarda Lyon’da özel matematik, kimya ve dil dersleri verdi. 1801′de bir fizik ve kimya profesörü olarak Bourg’a taşındı. Hasta eşini ve küçük oğlunu (Jean Jacques Ampère) Lyon’da bıraktı. Eşi 1804′te öldü. Aynı yıl Ampere, Lyon Lisesi’nde matematik profesörü oldu.

1809′da Paris Politeknik okulunda matematik profesörü olarak göreve başladı ve bilimsel çalışmalarını sürdürdü. 1814′de enstitü üyeliğine kabul edildi. Elektrik ile manyetizma arasındaki ilişki ve dolayısıyla elektromanyetizma bilimi (kendi deyişiyle “elektrodinamik”) ile çok yakından ilgileniyordu. 11 Eylül 1820′de Örsted’in, Volta akımına maruz kalan bir iğnenin manyetikleştiğini keşfettiğini öğrendi. Aynı ayın 18′inde akademiye bu ilişkili kavramlar hakkında oldukça açıklayıcı bir makale sundu. Aynı gün akım taşıyan paralel tellerin üzerinden geçen akımın yönüne göre tellerin, birbirini iteceklerini veya çekeceklerini ispat etmiştir.

Yalnızca elektromanyetizma kavramını açıklayan matematik teorileri oluşturmakla kalmadı ve pek çok yenilerini de öne sürdü. Marsilya’da ölmüş olup mezarı Paris’tedir. Ölümünden 45 yıl kadar sonra matematikçiler tarafından resmen tanınmıştır.

 
 
 
Rating: 10.0/10 (1 vote cast)
 
 
Rating: 0 (from 0 votes)
 

55 total views, 2 today

Filistin

 | Genel | 22 Ocak 2013

Filistin (İbranice: פלשתינה, Yunanca: Παλαιστίνη, Arapça: فلسطين), Doğu Akdeniz’de ve Orta Doğu’da, İsrail topraklarının tamamı ile Gazze Şeridi ve Batı Şeria gibi Filistinlilerin kontrolündeki toprakları kapsayan bölge.[1] Bölgenin sınırları oldukça tartışmalıdır ve bazı kaynaklar Ürdün’ü de dahil ederler.[1] Filistin (bazı kaynaklarda bir kısmı), Kutsal Topraklar olarak bilinir ve Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar için kutsaldır.[1][2] 20. yüzyıldan beri bölgede Arap ve Yahudi milli unsurlarının mücadelesi devam etmekte, zaman zaman uzun süreli şiddete ve hatta savaşa dönüşmektedir.[1]

 
 
 
Rating: 10.0/10 (1 vote cast)
 
 
Rating: 0 (from 0 votes)
 

61 total views, 0 today

İran

 | Genel | 22 Ocak 2013

İran (Farsça: Bu ses hakkında ایران (yardım·bilgi)), resmî adı İran İslam Cumhuriyeti (Farsça: Bu ses hakkında جمهوری اسلامی ایران (yardım·bilgi)) / Jomhuri-ye Eslāmi-ye Irān, Güneybatı Asya’da ülke. Güneyde Basra ve Umman Körfezi, kuzeyde ise Hazar Denizi ile çevrilidir. Türkiye, Azerbaycan, Ermenistan, Irak, Pakistan, Afganistan ve Türkmenistan ile kara sınırına sahiptir. Başkenti Tahran’dır. Resmî dili Farsçadır. Şii İslamiyet ülkenin resmî dinidir.

İran, M.Ö. 4000′lere dayanan tarihi ve var olan yerleşmeleriyle dünyadaki en eski sürekli uygarlıklardan birine ev sahipliği yapmaktadır.[7][8][9] Tarih boyunca İran Avrasya’daki merkezi konumu nedeniyle jeostratejik öneme sahip olmuştur ve bir bölgesel güçtür.[10][11]

İran BM, Bağlantısızlar Hareketi, İslam Konferansı Örgütü ve OPEC üyesidir. İran siyasal sistemi 1979′da kabul edilen anayasaya göre oluşturulan birkaç karmaşık yönetim yapısına göre işlemektedir. En yüksek devlet makamı şimdiki Ayetullah Ali Hamaney’in üstlendiği İran dini liderliğidir. (Vilayet-i Fakih)

İran, uluslararası enerji güvenliği ve dünya ekonomisinde geniş petrol ve doğal gaz kaynakları sonucu önemli bir konuma sahiptir.

 
 
 
Rating: 10.0/10 (1 vote cast)
 
 
Rating: 0 (from 0 votes)
 

122 total views, 4 today

İsmet İnönü

 | Genel | 22 Ocak 2013

İsmet İnönü (24 Eylül 1884, İzmir – 25 Aralık 1973, Ankara) Osmanlı döneminde albay, Türkiye döneminde orgeneral[1] ve eski Genelkurmay Başkanı[2] olan, cumhuriyetin ilanından sonraki Türkiye’nin ilk başbakanı,[3] ikinci cumhurbaşkanı[4][5] olan, İstiklal Madalyası sahibi asker ve siyasetçidir. Atatürk’ün vefatından sonra Genel Başkanı olunca, CHP Kurultayı tarafından kendisine “Milli Şef” ünvanı verilmiştir. Mevhibe Hanım’ın eşi, Ömer İnönü, Erdal İnönü ve Özden Toker’in babasıdır.

İnönü, Kurtuluş Savaşı’na katılmış ve Lozan Antlaşması’nı imzalamış, birçok defa başbakanlık görevini üstlenmiştir.

 
 
 
Rating: 10.0/10 (1 vote cast)
 
 
Rating: 0 (from 0 votes)
 

59 total views, 0 today

İtalyanlar

 | Genel | 22 Ocak 2013

İtalyanlar (İtalyanca: Italiani), anayurt İtalya başta olmak üzere Kuzey ve Güney Amerika ülkelerinde yaşayan Latin halkıdır.

 
 
 
Rating: 10.0/10 (1 vote cast)
 
 
Rating: 0 (from 0 votes)
 

62 total views, 1 today

Dağıstan

 | Genel | 22 Ocak 2013

Dağıstan Rusya Federasyonu’na bağlı, özerk bir cumhuriyettir. 20 Ocak 1921′de SSCB’te bağlı olarak Dağıstan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adıyla kuruldu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, Rusya Federasyonu içinde Dağıstan Cumhuriyeti adını aldı.

Rusya Federasyonu’nun Avrupa’daki kesiminin güneyinde yer alan Dağıstan, Büyük Kafkas Dağları’nın kuzey yamacının en doğu ucundan 50.278 km² bir alanı kaplar. Güney ve batısı Güton dağında 3646 metreye, Bazardyuzu (Pa Dağı’nda da 4480 metreye ulaşan Kafkas Dağları’nın ana doruk hattıyla çevrilidir. Doğusunda Hazar Denizi, kuzeyinde Kalmuk Özerk Cumhuriyeti, batı ve kuzeybatısında Çeçenistan ve Kuzey Kafkasya, güneybatısında Gürcistan ve güneyinde de Azerbaycan yer alır.

Dağıstan doğudan batıya 200, kuzeyden güneye 400 kilometre kadar bir uzunluğa sahiptir. Başkenti Mahaçkala’dır. Diğer önemli şehirler Derbent, Kızılyarİzberbaş ve Buynak’tır.

 
 
 
Rating: 10.0/10 (1 vote cast)
 
 
Rating: 0 (from 0 votes)
 

98 total views, 0 today

Albert Einstein

 | Genel | 22 Ocak 2013

Albert Einstein (d. 14 Mart 1879 – ö. 18 Nisan 1955), Yahudi asıllı Alman teorik fizikçi.

Almanya’nın Ulm kentinde dünyaya gelen Einstein, yaşamının ilk yıllarını Münih’te geçirdi. Lise eğitimini ve yüksek eğitimini İsviçre’de tamamladı fakat bir üniversitede iş bulmada yaşadığı zorluklar nedeniyle bir patent ofisinde müfettiş olarak çalışmaya başladı. 1905 yılı Einstein için bir mucize yıl oldu ve o dönemde kuramları hemen benimsenmemiş olsa da ileride fizikte devrim yaratacak olan dört makale yayınladı. 1914 yılında Max Planck’ın kişisel ricası ile Almanya’ya geri döndü. 1921 yılında fotoelektrik etki üzerine çalışmaları nedeniyle Nobel Fizik Ödülü’ne layık görüldü. Nazi Partisi’nin iktidara yükselişi nedeniyle 1933′te Almanya’yı terk etti ve Amerika Birleşik Devletleri’ne yerleşti. Ömrünün geri kalanını geçirdiği Princeton’da hayatını kaybetmiştir.

Albert Einstein, özel görelilik ve genel görelilik kuramları ile iki yüzyıldır Newton mekaniğinin hakim olduğu uzay anlayışında bir devrim yaratmıştır. Sadece matematik hesaplamalar ve denklemler ile oluşturduğu kuramları sonradan deneysel olarak defalarca doğrulanmıştır. E = mc2 denklemi ile formüle ettiği kütle-enerji eşdeğerliği yıldızların nasıl enerji oluşturduğuna açıklama getirmiş ve nükleer teknolojinin önünü açmıştır. Fotoelektrik etki ve Brown hareketine getirdiği matematiksel açıklamalar, modern fiziğe diğer katkıları arasındadır. Ömrünün büyük bir kısmını bütün kuramları birleştiren bir birleşik alan kuramı yaratmaya çalışarak geçirmiş ama bu çabaları sonuçsuz kalmıştır. Einstein kuantum mekaniğinin bazı sonuçlarına, özellikle belirsizlik ilkesine oldukça şüpheci yaklaşmış fakat bu yaklaşımlar ileride geniş kabul görmüştür.

Einstein Nazilerin nükleer bomba geliştirmesi endişesiyle ABD başkanı Roosevelt’e bir mektup göndermiş, ABD’nin nükleer çalışmalara başlamasını tavsiye etmiştir. Holokost sonrası Yahudilerin kendi ülkelerine sahip olması gerektiği fikrini savunmuş, İsrail’in kuruluşuna destek vermiştir. Çeşitli söyleşilerinde Yahudilik dinine ve diğer kutsal kitaplara inanmadığını belirtmiş, sosyalizme sempati duyan bir makale yayınlamıştır. Bertrand Russell ile birlikte nükleer silahlara karşı bir manifesto da yayınlamıştır.

Einstein hayatı boyunca 300’den fazla bilimsel makale yayınlamıştır, ayrıca 150’den fazla bilim dışı çalışmaları da olmuştur. Başarıları ve eserleri nedeniyle Einstein sözcüğü, “dahi” ile eşanlamlı kullanılmaya başlanmıştır.

 
 
 
Rating: 10.0/10 (2 votes cast)
 
 
Rating: 0 (from 0 votes)
 

153 total views, 2 today

Hong Kong

 | Genel | 22 Ocak 2013

Hong Kong (Çince: 香港), Çin’in güney kıyısında bulunan, 1 Temmuz 1997 tarihine kadar Britanya Krallığına bağlı sömürge ve adalar grubuyken, bu tarihten itibaren Çin Halk Cumhuriyeti’ne bağlı özel yönetim bölgesi olmuştur. Hong Kong; Hong Kong Adası, Kowloon Yarımadası ve 235 kadar küçük adadan meydana gelmiştir. Hong Kong, Asya’nın en büyük serbest pazarı ve limanı, en işlek ticaret, endüstri ve turizm merkezidir.

 
 
 
Rating: 10.0/10 (1 vote cast)
 
 
Rating: 0 (from 0 votes)
 

145 total views, 3 today

Napolyon Bonapart

 | Genel | 22 Ocak 2013

Napolyon Bonapart (Fransızca Napoléon Bonaparte) (15 Ağustos 1769-5 Mayıs 1821),Fransa’ya bağlı Korsika Adası’nda doğmuş olan ünlü Fransız Devrimi’nin generali, 11 Kasım 1799′dan 18 Mayıs 1804′e kadar Fransa Konsülü olarak Fransa Cumhuriyeti’nin ilk başkanı, sonrasında da 18 Mayıs 1804 ile 6 Nisan 1814 arasında Napolyon I adını alarak Fransa İmparatoru ve İtalya Kralı olmuştur.

 
 
 
Rating: 9.5/10 (8 votes cast)
 
 
Rating: +1 (from 1 vote)
 

353 total views, 6 today

Akıllı Malzemeler

 | Genel | 22 Ocak 2013

Bugün doğadaki malzemelerin yapısını inceleyerek bunları çalışmalarında örnek olarak kullanan pek çok bilim adamı vardır. Çünkü doğadaki materyaller ihtiyaç duyulan sağlamlık, hafiflik, esneklik gibi özelliklere sahiptir. Örneğin “Abalone” adı verilen bir deniz canlısının iç kabuğu, yüksek teknolojiyle üretilen seramiklerden iki kat daha dayanıklıdır; örümceğin ipeği çelikten beş kat daha sağlamdır; midyedeki yapışkan ise suyun altında dahi etkisini koruyabilmektedir.1

Bilim ve Teknik Dergisi araştırma ve yazı grubunun bir üyesi olan Gülgün Akbaba, doğadaki malzemelerin üstün özelliklerinden ve insanların bunlardan nasıl yararlanacağından şöyle bahseder:

Geleneksel seramik ve cam malzemeler, hemen her gün kendini yenileyen teknolojiye ayak uyduramaz hale geldi. Bilim adamları bu boşluğu doldurabilmek için çalışmalar yapıyorlar. Doğadaki yapıların mimari sırları yavaş yavaş çözülmeye başlandı. Tıpkı doğadaki bir midye kabuğunun kendi kendini yenilemesi ya da yara almış bir köpek balığının derisinde gerçekleşen onarım gibi, teknolojilerde kullanılan malzemeler de kendi kendini yenileyebilecek. Daha sert, sağlam, dayanıklı, üstün fiziksel, mekanik, kimyasal ve elektromanyetik özelliklere sahip olan bu malzemeler, örneğin uzay araştırmalarında roket, uzay mekiği, uydu taşıyıcıları gibi araçların atmosfer giriş ve çıkışlarında gereksinim duyulan yüksek sıcaklıklara dayanıklılık ve hafiflik özelliklerini taşıyor. Kıtalararası ulaşım için geliştirilmesi planlanan süpersonik dev yolcu uçakları çalışmalarında da ağırlıkça hafif ve yüksek sıcaklıklara dayanıklı malzemeler gerekiyor. Tıpta örneğin yapay kemik üretiminde gereksinim duyulansa, süngerimsi görünüşü, sert yapısıyla dokusu doğala olabildiğince yakın malzemeler.2


İlhan Aksay

Seramik, inşaattan elektrik malzemelerine kadar geniş kullanım alanı olan bir malzemedir. Ne var ki bu malzeme üretilirken çoğu zaman 1000-1500 oC’den daha fazla sıcaklıklara ulaşan bir ısının kullanılması gerekir.

Doğada birçok seramik malzeme vardır. Ancak bunların oluşumu sırasında hiçbir zaman böyle yüksek sıcaklıklar kullanılmaz. Örneğin midye kabuğu 4oC’de ve en mükemmel biçimde oluşmaktadır. Doğadaki bu üstün yaratılış örneği bir Türk bilim adamı olan İlhan Aksay’ın dikkatini çekmiş ve kendisi daha iyi, sağlıklı, kullanışlı, işlevsel seramiklerin nasıl üretileceği konusuna yönelmiştir. Bazı deniz hayvanlarının kabuklarının iç yapılarını inceleyen Aksay, Abalone adlı deniz canlısının kabuğundaki yapının olağanüstülüğünü hemen fark etmiştir. Aksay konuyla ilgili şunları söyler:

Midye kabuğu elektron mikroskobu altında 300.000 kez büyütüldüğünde, tuğladan bir duvar görünümü ortaya çıkar. Bu duvar, harç niteliğindeki bir proteinden ve kalsiyum karbonattan yapılmış tuğlalardan oluşur. Kalsiyum karbonat kırılgan bir niteliğe sahip olmasına karşın, kabuk katmanlı yapısından dolayı olağanüstü sağlam ve insan yapımı seramikten daha az kırılgandır. Bir halatın sadece bir ipi koptuğunda bütün halat kopmuş olmaz. İşte buna benzer şekilde midye kabuğunun bu katmanlı yapısı çatlakların yayılmasına engel olur.3


>

Midye kabuğu mikroskobik boyuttaki tuğlalardan oluşur. Bu katmanlı yapı kabuktaki çatlakların yayılmasına engel olur.

Aksay, bu modellerden esinlenerek son derece sert ve dayanıklı alüminyum-bor karbür metal- seramik bir malzeme geliştirmiştir. Bu malzeme, ABD’de ordunun çeşitli laboratuvarlarında denendikten sonra tanklarda zırh olarak kullanılmıştır.4

Bugün bilim adamları biyomimetik malzemelerin üretilmesi için mikroskobik boyutlarda incelemeler yapmaktadır. Bu bilim adamlarından biri olan Prof. Aksay da, kemik ve diş türü biyoseramiklerin, vücut sıcaklığında, protein gibi organik maddelerin birleştirilmesiyle oluştuğunu ve bunların insan üretimi seramiklerden çok daha üstün nitelikler gösterdiğini açıklamıştır. Aksay’ın çalışmaları, yani doğadaki üstün niteliklerin nanometre (milimetrenin milyonda biri) boyutlarındaki birleştirmeden kaynaklanmış olduğu tezi, bu boyutlarda araç üretmeyi amaçlayan birçok elektronik şirketini biyoesinli malzeme (biyolojik malzemelerden esinlenilerek hazırlanan insan yapısı malzemeler) araştırmalarına yöneltmiştir.5

Endüstride kullanılan pek çok madde zararlı kimyasalların bulunduğu, yüksek ısı ve basınç gerektiren ortamlarda üretilirler. Halbuki doğadaki materyaller “yaşam dostu” olarak ifade edebileceğimiz zararsız koşullarda -örneğin su bazlı solüsyonlarda, oda sıcaklığında- üretilirler. Bu da kuşkusuz, bilim adamları için son derece önemli bir avantaj sağlar.6

Abolone adlı deniz canlısından esinlenilerek elde edilen malzeme, ABD’de ordunun çeşitli laboratuvarlarında denendikten sonra tanklarda zırh olarak kullanılmıştır.

 

Sentetik elmas üreticileri, metal alaşım tasarımcıları, polimer bilimcileri, fiber optik uzmanları, ince seramik üreticileri ve yarı-iletken malzeme geliştirenler en pratik yol olarak biyomimetik yöntemlerine başvurmaktadırlar. Çünkü her yönden ihtiyaçlarına cevap veren doğadaki malzemeler, aynı zamanda çok geniş bir çeşitliliğe de sahiptir. Dolayısıyla çeşitli dallarda araştırma yapan uzmanlar, kurşun geçirmez yeleklerden jet motorlarına kadar pek çok konuda, doğada bulunan üstün özelliklerdeki malzemeleri suni yollardan elde edebilmek için orijinallerini taklit etmeye başlamışlardır.

İnsanların yaptığı malzemeler bir süre sonra çatlar, kırılır. Bu durumda dışarıdan bir müdahaleyle, örneğin yapıştırmayla malzeme onarılır. Oysa doğadaki durum farklıdır. Midye kabuğu gibi doğadaki bazı malzemeler kendi kendilerini yenileyebilirler. Bilim adamları da son dönemde kendini yenileyebilen polimerler, polisiklatlar vb. malzemeler üzerinde çalışmalara yönelmişlerdir.


Mercanlar sağlamlık açısından midye kabuklarındaki sedef ile yarışabilir. Mercanlar, denizdeki kalsiyum tuzlarını kullanarak gemilerin çelik gövdelerini yaracak kadar sert bir yapı oluştururlar.

 


Doğadaki pek çok malzeme insanlara örnek olabilecek üstün özelliklere sahiptir. Mesela kemiğin bir gramı demirin bir gramına oranla çok daha sağlamdır.

Sağlam ve kendi kendini onarabilen biyoesinli malzeme geliştirmek için örnek alınan doğal malzemelerden birisi de gergedan boynuzudur. Bu araştırmalar, 21. yüzyılın malzeme biliminde üzerinde çalışılacak konulara temel olacaktır.7
Kompozitler

Birbirine karışmayan iki veya daha fazla katının bileşimiyle oluşan katı malzemelere “kompozit malzeme” denir.8 Doğadaki malzemelerin çoğu “kompozit” olarak adlandırılan bileşik yapılı maddelerden oluşur. Bu karışımın özelliği, kendini oluşturan maddelerin özelliklerinden çok daha üstündür.

Örneğin fiberglas yapay bir kompozittir ve gemi gövdesi, olta değneği, yay ve ok gibi birçok spor malzemesinin yapımında kullanılır. Fiberglas, “polimer” adı verilen jölemsi plastik bir maddenin içine karıştırılan cam liflerinden elde edilir. Polimerin sertleşmesi sonucunda oluşan kompozit malzeme hafif, sağlam ve aynı zamanda esnektir. Karışımda kullanılan liflerin ya da plastik maddenin nitelikleri değiştirilecek olursa, kompozit malzemenin özellikleri de değişir.9

İnsanların ürettiği kompozitler, doğal kompozitlerden çok daha zayıf ve ilkel kalmaktadır. Grafit ve karbon liflerden oluşan kompozitler son 25 yılda insanoğlunun gerçekleştirdiği en iyi 10 mühendislik keşfi içinde yer almaktadır. Bununla beraber yeni uçaklar, uzay mekiği parçaları, spor malzemeleri, Formula-1 yarış arabaları ve yelkenliler için hafif yapıda kompozit malzemeler tasarlanmakta ve yeni buluşlar hızla ilerlemektedir.

Burada kısaca değindiğimiz kompozit malzemeler de doğadaki tüm olağanüstü yapı, malzeme ve sistemler gibi Allah’ın eşsiz yaratma sanatının birer örneğidir.

 

Hafif yapılı kompozit malzemeler üstün nitelikleri nedeniyle uzay teknolojisinden, spor malzemelerine geniş bir alanda kullanılmaktadır.

Timsah Derisindeki Fiberglas Tekniği

Fiberglas tekniği, teknolojide 20. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır. Ancak bu malzeme canlılarda, var oldukları ilk günden beri mevcuttur. Örneğin timsahın derisi fiberglasla aynı yapıda bir malzemedir.

Bilim adamları okun, bıçağın ve hatta bazen kurşunların bile işlemediği timsah derisinin neden bu kadar sağlam olduğunu yakın bir zamana kadar bilmiyorlardı. Konuyla ilgili yapılan araştırmalar çok ilginç sonuçlar vermiştir: Timsahın sırt derisinde özel bir doku bulunmaktadır. Bu dokuya sağlamlığını veren malzeme, içinde kullanılan kolajen proteini lifleridir. Bu liflerin özelliği ise dokuların içerisine eklenerek dokunun yapısını güçlendirmeleridir. Kuşkusuz bu malzeme (kolajen) bunca ayrıntıya ve özelliğe evrimcilerin iddia ettikleri gibi uzun yıllar içerisinde birbirini takip eden tesadüfler sonucunda sahip olmamıştır. Bu madde, yeryüzünde daha ilk olarak ortaya çıktığında sahip olduğu mükemmel özelliklerle birlikte yaratılmıştır.
Kaslardaki Çelik Halat Teknolojisi

Doğal kompozitlere başka bir örnek olarak kasları kemiklere bağlayan dokuları yani “tendon”ları verebiliriz. Tendonlar, kendilerini oluşturan kolajen bazlı lifler sayesinde son derece sert bir yapı kazanırlar. Bu liflerin bir başka özelliği ise birbirlerine örülme şekilleridir.


Asma köprülerdeki taşıyıcı halatlar, kaslarımızda olduğu gibi kablo demetlerinden oluşur.

ABD Rutgers Üniversitesi öğretim üyelerinden Janine M. Benyus, Biomimicry adlı kitabında, kaslarımızdaki tendonların çok özel bir yöntemle inşa edildiğini söyleyerek bu konudaki tespitlerini şöyle ifade etmiştir:

Dirsekle bileğiniz arasındaki tendon, asma bir köprüyü taşıyan halatlarda olduğu gibi, birbirine dolanmış kablo demetlerinden oluşur. Her bir kablo demeti ise, kendi içinde daha ince kabloların birbirine dolanmasından oluşmuştur. Bu daha ince kablolar da, birbirine dolanmış molekül demetlerinden meydana gelir. Hatta moleküllerdeki atomlar bile sarmal bir yapı halinde dururlar.10

Nitekim günümüz asma köprülerinde kullanılan çelik halat teknolojisi, insan vücudundaki tendonların yapısı örnek alınarak geliştirilmiştir. Tendonların bu benzersiz tasarımı, Allah’ın üstün sanatının ve sonsuz ilminin apaçık delillerinden sadece birisidir.
Çok Amaçlı Kullanılabilen Balina Yağı

Balina Yağı

Yunus ve balinaların vücutları yağ tabakası ile kaplıdır. Bu tabaka balinalara nefes almaları için yüzeye çıkabilmelerini sağlayan doğal bir şamandıra görevi görür. Aynı zamanda bu sıcakkanlı memeliyi okyanusun soğuk sularından korur. Balina yağının bir başka özelliği ise şeker ve proteine nazaran iki ile üç kat daha fazla enerji vermesidir. Balina, binlerce kilometre yol katettiği ve yeteri kadar beslenemediği uzun göçlerde ihtiyaç duyduğu enerjiyi vücudundaki bu yağdan temin eder.

Bunun yanı sıra balina yağı lastik gibi esnek bir malzemeden oluşur. Balina kuyruğunu suya her vurduğunda kuyruğu önce sıkışır, sonra genleşerek eski halini alır. İşte bu özellik balinaya hem ekstra bir hız kazandırır hem de uzun yolculuklarda %20 enerji tasarrufu sağlar.11 Balina yağı tüm bu özelliklerinden ötürü, bilinen en çok fonksiyona sahip malzeme olarak kabul edilmektedir.

Balina yağı balinalarda yüzyıllardır var olan bir maddedir. Ancak bu yağın bir ağ gibi birbirine geçen kolajen liflerden oluştuğu yakın bir zamanda keşfedilebilmiştir. Bilim adamları bu yağ-kompozit karışımının işlevlerini anlamak için halen çalışmalar yapmaktadırlar. Şu ana kadar edindikleri bilgiler bile, sentetik malzeme üretiminde son derece faydalı olmuştur.
Sedefin Hasarı Azaltan Özel Yapısı

Jet motorlarındaki güçlü pervanelerin yapımında kullanılacak malzemenin geliştirilmesinde, inciyi oluşturan sedefin yapısı taklit edilmektedir. Pek çok yumuşakçanın kabuğunun iç katmanındaki sedefin %95′i tebeşirdir; fakat sedef kompozit yapısı sayesinde tebeşirden 3.000 kat daha dayanıklıdır. Bu yapı incelendiğinde 8 mikron (1 mikron=10-6 metre) eninde ve 0,5 mikron kalınlığındaki mikroskobik plakaların tabakalar şeklinde dizildiği görülür. Bu plakalar kalsiyum karbonatın yoğun ve kristal gibi parlak bir şeklidir. Fakat bu plakaların birleştirilmesi ipek benzeri yapışkanlı bir protein sayesinde mümkün olmaktadır.12

Bu kombinasyon iki yönlü bir sertlik sağlar. Öncelikle sedef üzerine ağır bir yük konulduğunda oluşan kırıklar, ince tabakalar boyunca ilerler fakat protein tabakalarını geçmeye çalışırken yön değiştirirler. Bu, uygulanan kuvveti dağıtır ve böylece kırılma durdurulmuş olur. İkinci bir güçlendirici faktör de, bir kırık oluşunca, protein tabakalarının kırıklar boyunca gerilmesidir. Bu gerilim sayesinde kırılmayı devam ettirecek olan enerji emilmiş olur.13


Tuğlalardan örülmüş bir duvar görünümündeki sedefin iç yapısı, organik bir harçla sıkıştırılmış tabakalardan oluşur. Darbeyle oluşan çatlaklar, bu harcı geçmeye çalışırken yön değiştirirler, böylece hızları kesilerek bir süre sonra dururlar.14

İşte sedefin hasarı azaltan bu özel yapısı, pek çok bilim adamı için de araştırma konusu olmuştur. Doğadaki malzemelerin böylesine akılcı yöntemlerle dayanıklılık kazanmış olması, kuşkusuz, üstün bir akıl sahibinin varlığına işaret etmektedir. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi Allah bizlere apaçık varlığının ve yaratmasındaki üstün güç ve kudretinin delillerini sonsuz ilmi ve aklıyla göstermektedir. Dolayısıyla buradaki tasarımın övgüsü de herşeyde olduğu gibi Allah’a aittir.
Ağacın Sertliği Dizaynında Saklı

Bitkisel kompozitler diğer canlılardakinden farklı olarak, kolajenden çok “selüloz” adı verilen bir maddeden oluşurlar. Ağacın sert ve dayanıklı yapısı, ürettiği bu selüloz lifler sayesinde oluşur. Çünkü selüloz, sert ve suda çözünemeyen bir maddedir. İşte tahtanın inşaatlarda kullanılmasını avantajlı kılan da selülozun bu özelliğidir. “Gerilebilen ve örneği bulunmayan” bir malzeme olarak tanımlanan selüloz, tahta binaların asırlarca ayakta durmasında, binaların, köprülerin, mobilyaların ve pek çok aletin yapımında diğer tüm malzemelerden daha fazla kullanılmaktadır.


Tahtanın tasarımı örnek alınarak yapılan malzemelerin, kurşun-geçirmez giyimde kullanılabilecek kadar dayanıklı olacağına inanılıyor.18

Tahta, düşük hızdaki darbelerin enerjisini emerek, oluşan hasarı belirli bir yerde sınırlandıran çok etkili bir maddedir. Özellikle de darbenin tahtanın damarlarına dik açıyla geldiğinde oluşan hasarın azaltılmasında çok daha iyi sonuçlar elde edilir. Yapılan araştırmalarda tahta cinsleri arasında da dayanıklılık bakımdan farklılıklar tespit edilmiştir. Bu konudaki belirleyici faktörlerden ilki yoğunluktur. Daha yoğun olan tahtalar darbe sırasında daha fazla enerji emerler. Damarların sayısı, boyutu ve dağılımı da tahtaya uygulanan darbenin deformasyonunun azaltılmasında etkili olan faktörlerdir.15

İkinci Dünya Savaşı’nın “Mosquito”ları -şimdiye kadarki en çok hasar tolere edebilen uçaklar- hafif balsa tahtasının daha yoğun olan kontrplak tabakaları arasında sıkıştırılmasından yapılıyordu. Tahtanın sertliği, ona çok güvenli bir malzeme niteliği kazandırır. Tahta kırılırken çatlamaları izleyebileceğiniz kadar yavaş bir kırılma gerçekleşir ve bu özellik tedbir alınması için vakit kazandırmış olur.16

Tahta, uç uca eklenmiş uzun, oyuk hücrelerin oluşturdukları paralel kolonlardan oluşmuştur. Çevrelerinde ise spiraller halinde selüloz lifler sarılıdır. Ayrıca bu hücreler kompleks polimer yapıda reçineden yapılmış bir madde içindedir. Spiral olarak sarılmış bu tabakalar hücre duvarının toplam kalınlığının %80′ini oluşturur ve ana yükü çeken bileşen de bu kısımdır. Bir tahta hücresi içe çöktüğünde, kendisini çevreleyen hücrelerden koparak darbenin enerjisini emer. Çöküntüler lifler boyunca uzun bir çatlak oluşturdukları halde tahta bozulmadan kalır. Tahta, kırık bile olsa belli bir miktardaki yükü taşıyabilecek güçtedir. Tahtanın tasarımı taklit edilerek yapılan bir materyal, günümüzde kullanılan diğer sentetik materyallerden 50 kat daha fazla dayanıklılık göstermiştir.17

Tahtanın bu dizaynı günümüzde de, mermi ve bomba gibi yüksek hızlı ve tahribatı güçlü parçalara karşı koruma sağlamak için geliştirilen maddelerde taklit edilmektedir.

Buraya kadar verilen birkaç örnekte de görüldüğü gibi, doğadaki malzemeler, son derece akılcı tasarımlara sahiptir. Bir sedefin ya da bir tahtanın böylesine dayanıklı olması, özel yapılarının bulunması tesadüf eseri değildir. Açıkça görülmektedir ki, söz konusu malzemelerde bilinçli bir tasarım vardır. Her detay -katmanların inceliği, sıklığı, damarların sayısı, dizilimi vs.- bu dayanıklılığı sağlamak üzere özel olarak planlanmış ve kusursuz bir düzenle yaratılmıştır.

 

Örümceklerin İpeği Çelikten Daha Sağlam

Doğada pek çok böcek ipek üretir ama örümceğin ürettiği ipek diğerleri ile kıyaslandığında büyük farklılıklar sergiler.

Bilim adamlarına göre örümcek ağı yeryüzündeki en sağlam malzemelerden biridir. Bununla birlikte örümcek ağının özelliklerinin hepsi sayılacak olursa çok uzun bir liste elde edilebilir. Fakat bu listedeki birkaç madde bile bilim adamlarının bu konuda ne kadar haklı olduklarını ortaya koymaktadır. Örümcek ipeğinin özelliklerinden birkaçını şöyle sıralayabiliriz:19

  • Örümceklerin ürettiği ve çapı bir milimetrenin binde birinden daha küçük olan ipek ipliği, aynı kalınlıktaki çelik telden beş kat daha sağlamdır.
  • Kendi uzunluğunun dört katı kadar esneyebilir.
  • İpek aynı zamanda son derece hafiftir. Bu hafifliği şöyle bir örnekle de tarif edebiliriz: Dünyanın çevresi boyunca uzatılacak bir ipek ipliğinin ağırlığı sadece 320 gram gelir.

Bu özellikler tek tek bazı malzemelerde bulunabilir. Ancak hepsinin birarada bulunması son derece özel bir durumdur. Çünkü hem sağlam hem esnek bir malzeme bulabilmek oldukça zordur. Örneğin çelik halat en sağlam malzemelerden biridir. Fakat kauçuk halatlar gibi esnek olmadıklarından zamanla deforme olurlar. Kauçuk halatlar da kolay kolay deforme olmamalarına rağmen yeterince dayanıklı olmadıkları için ağır yükleri kaldıramazlar.

Şöyle bir düşünelim. Küçücük bir canlının ürettiği ip, nasıl oluyor da insanoğlunun yüzyıllarca edindiği bilgi birikimiyle yaptığı kauçuk halatlardan daha üstün özellikler taşıyabiliyor?

Örümcek ipliğini bu kadar üstün yapan şey, ipeğin kimyasal yapısında ve üretim merkezinde gizlidir. Örümcek ipliklerinin hammaddesi, örgülü helezonik amino asit zincirlerinden oluşan “keratin” adlı proteindir. Keratin; saç, tırnak, tüy, deri gibi birbirinden çok farklı maddelerin yapı taşıdır ve oluşturduğu tüm maddelerde koruyucu özelliği ile ön plana çıkar. Ayrıca keratinin esnek hidrojen bağlarla bağlanmış amino asitlerden oluşması, bu maddelere çok esnek olma özelliğini kazandırır.

Bu esneklik Amerika’nın ünlü bilim dergilerinden Science News’de şöyle bir benzetme ile tarif edilmiştir:

İnsan ölçülerine göre, balık ağı boyutlarındaki bir örümcek ağı, bir yolcu uçağını yakalayabilir.20


Örümceğin ipek üretim bölgesinden ayrıntılı bir görünüm.

Örümceklerin kuyruklarında altı bölümden oluşan ve ipek kesesi denilen bir bölge vardır. Keselerin her birinde farklı salgılar üretilir. Bu keselerin salgıları değişik kombinasyonlarda birleşerek farklı türdeki ipek ipliklerini meydana getirirler. Keseler arasında ise büyük bir uyum vardır. İpek üretimi sırasında örümceğin vücudunda bulunan ve son derece gelişmiş özelliklere sahip olan pompalar, vanalar ve basınç sistemleri kullanılır. Üretilen ham ipek, musluk gibi çalışan bölümlerden lif şeklinde dışarı akıtılır.21

Örümcek bu muslukların püskürtme basıncını da dilediği şekilde değiştirebilir. Bu, son derece önemli bir özelliktir. Çünkü bu işlem sayesinde sıvı keratini oluşturan moleküllerin yapısı da değişmiş olur. Valfler üzerindeki kontrol mekanizması sayesinde iplik üretilirken ipliğin çapı, direnci ve elastikiyeti de değiştirilebilir. Böylece ipeğin kimyasal yapısı değiştirilmeden ipliğe istenilen fiziksel özellikler kazandırılır. Eğer iplik üzerinde daha köklü bir değişim isteniyorsa bir başka bezin kullanımına geçilmesi gerekmektedir. Salgılanan farklı özelliklere sahip iplikçikler arka ayakların mükemmel kullanımı sayesinde istenilen doğrultuya yönlendirilir.

Örümcekteki bu kimyasal mucizeyi tam olarak taklit etmek mümkün olduğunda, gerektiği kadar esneyebilen emniyet kemerleri, son derece sağlam dikişler, iz bırakmayan ameliyat iplikleri, çok hafif kablolar, kurşun geçirmez kumaşlar gibi çok sayıda faydalı malzemenin üretimi yapılabilecektir. Üstelik bu malzemelerin üretiminde zararlı ve zehirli madde de kullanılmamış olacaktır.


Örümcekler avlarını yakalamak için son derece nitelikli ağlar kurarlar. Ağ, havada uçan bir sineğin hareket enerjisini emerek durdurabilecek mükemmel bir tasarıma sahiptir. Uçak gemilerinde güverteye inen uçakları yakalamak için kullanılan gergin teller de örümceğin kullandığı sistemle benzeşir. Bu teller, 250 km/s hızla inen, tonlarca ağırlıkta bir uçağın kinetik enerjisini, tıpkı ağın yaptığı gibi güvenli bir şekilde emerek durdurur.

Örümceklerin ürettikleri ipekler olağanüstü özelliklere sahip yapı malzemeleridir. Gerilme esneklikleri çok fazla olduğundan örümcek ipeğini koparmak için gereken enerji benzer diğer biyolojik materyalleri koparmak için gereken enerjiden on kat daha fazladır.22

Örümceğin ürettiği ipi parçalamak, aynı kalınlıktaki naylon bir ipi parçalamaktan çok daha fazla güç sarf etmeyi gerektirir. Örümceğin böylesine sağlam bir iplik üretebilmesinin başlıca sebeplerinden biri, temel protein bileşenlerinin kristalleşmesini ve katlanmasını kontrol ederek düzenli bir yapıda yardımcı bileşikler eklemeyi başarmasıdır. Örgü maddesi sıvı kristal olduğundan, örümcekler bu esnada minimum kuvvet harcarlar.

Örümceklerin yaptıkları ipek, bilinen doğal ya da sentetik liflerden çok daha güçlüdür. Ayrıca örümceğin ürettiği ipeği, ipek böceklerindeki gibi direkt olarak alıp kullanmak mümkün değildir. Bu nedenle kullanım için mevcut alternatif “yapay üretim”dir. Araştırmacılar da, öncelikle örümceğin ipeğini sonra da bu ipeğin nasıl üretildiğini çok kapsamlı olarak araştırmaktadırlar. Araneus diadematus adı verilen bahçe örümceği üzerinde çalışan Dr. Fritz Vollrath, bu yöntemin önemli bir bölümünü keşfetmeyi başarmıştır. Vollrath araştırmalarının sonuçlarını şöyle anlatır:


Doğayı ve tüm canlıları yaratan Allah’ın ilminin ne kadar büyük olduğunu anlamak için sadece şu örnek bile yeterlidir: Örümcekler çelikten 5 kat daha sağlam ipek ipliği üretirler. Bizim en yüksek teknoloji ürünümüz olan Kevlar ise, yüksek sıcaklıklarda, petrol türevi malzeme ve sülfürik asit kullanılarak yapılır. Bu üretim sırasında enerji girdisi aşırı derecede yüksektir ve oluşan yan ürünler de çok zehirlidir. Üstelik sağlamlık açısından Kevlar, örümcek ipliğine göre zayıftır.24

Örümcekler ipeklerini, asitleyerek sertleştiriyorlardı. İpek, oluştuğu kanala girmeden önce, sıvı proteinlerden oluşuyordu. Kanalın içinde özel hücreler, ipek proteinlerindeki suyu kendilerine çekiyorlardı. Hidrojen atomları ise diğer bir kanalda pompalanan suyu alıyor ve bir asit havuzu oluşturuyordu. İpek proteinleri asit ile biraraya geldiğinde de, birinden diğerine bir köprü oluşturuyordu. Böylece son derece kuvvetli bir ipek oluşuyordu. Örümceğin ipeği, kurşun geçirmez yeleklerde, bisiklet kasklarında kullanılan ve bir tür plastik olan “kevlar” ile karşılaştırıldığında on kat daha sağlamdır.23

Bilim adamlarının ileri teknolojinin imkanlarını kullanarak elde ettikleri Kevlar, insan yapımı en güçlü sentetiktir. Fakat örümceğin ipeği Kevlardan çok daha üstün özelliklere sahiptir. Örneğin sağlamlığının yanı sıra örümcek ipeğinin yeniden işlenip tekrar tekrar kullanılması da mümkündür.

Eğer bilim adamları örümceğin iç işlemlerini başarılı bir şekilde kopyalamayı başarabilir, protein katlanmasının kusursuz olmasını sağlayabilir ve örgü maddesinin gen dizilim bilgisini ekleyebilirlerse çok özel özellikleri olan ipek temelli ipleri endüstriyel olarak üretmeleri mümkün olabilecektir. Bu nedenle örümcek ipliğindeki örme işleminin ne şekilde olduğu anlaşılabilirse, insan yapımı materyallerdeki başarının da artacağı düşünülmektedir.

Bilim adamlarının seferber olup araştırdıkları örümcek ipliği, 380 milyon yıldan beri örümcek tarafından kusursuzca örülmektedir.25 Bu durum, kuşkusuz Allah’ın kusursuz yaratışının delillerinden biridir. Şüphesiz bu olağanüstü olayların hepsi de Allah’ın kontrolündedir ve O’nun izniyle gerçekleşmektedir.

 

Örümceğin İplikçik Üretme Mekanizması Tekstil Makinalarından Daha Üstün

Her örümcek, farklı işlevler için farklı niteliklere sahip iplikler üretir. Diatematus isimli örümcek, karnındaki salgı bezlerini kullanarak yedi farklı tipte ipek üretebilir. Bu üretim metodunun benzerleri günümüzde birçok tekstil makinesinde kullanılmaktadır. Ancak bu örümcekteki birkaç milimetreküplük üretim yeri, tekstil makinelerinin devasa boyutları ile kıyas bile kabul etmez. Örümceğin bir başka üstünlüğü ise ürettiği ipliğin tamamen geri dönüşümlü olmasıdır. Örümcek bozulan ağını yiyerek yeniden iplikçik üretebilir.

 
 
 
Rating: 10.0/10 (1 vote cast)
 
 
Rating: +1 (from 1 vote)
 

68 total views, 1 today

Atomdaki Hassas Ölçüler

 | Genel | 22 Ocak 2013

Protonun Yükündeki Hassas Ölçü

Evrendeki bütün protonlar 1,6 x 10 19 değerinde pozitif yüke sahiptirler.

Bu, atomlardaki çeşitli protonların birbirlerini itmelerini sağlar.

1Ama aradaki çekim, itmeden 100 kez daha güçlü olduğu için protonlar birbirlerinden ayrılmazlar.

Protonun kütlesi elektronunkinden 1836 kez daha fazladır. Ama buna karşın, bilinmeyen bir nedenden ötürü elektronun yükü protonunkiyle aynıdır: 1,6 x 10 19 .

Protonun yükü gerçekte olduğundan biraz daha az olsaydı protonlar arası çekim şu an bildiğimizden çok daha güçlü olurdu ve bunlar daha sıkı bir biçimde bir araya gelirlerdi.

Böyle bir durumda evrenimiz nasıl bir halde olurdu?

Eğer protonun yükü gerçekte olduğundan biraz daha az olsaydı, yıldızlar çekirdeklerindeki yakıtlarını hızlıca yakacak ve 100 milyon yıl içinde öleceklerdi.

Böyle bir durumda ne gezegenimizin ne de evrenin bugünkü gibi olmayacağı ve canlılıktan bahis dahi edilemeyeceği çok açıktır.

Sonsuz akıl sahibi olan Rabbimiz, bu değeri tam olması gerektiği gibi, yani 1,6 x 10 19 olarak belirlemiştir.

Allah herşeyden haberdar olandır, üstün güç sahibidir.

 

Nötron, Kütlesinin Ne Olması Gerektiğini Bilemez!

11Nötronlar 1,67 x10 – 24 gram değerinde sabit bir kütleye sahiptirler.

Eğer nötronun kütlesi bugün olduğundan % 2 daha fazla olsaydı nötronlar kısa süre içinde bozunuma uğrar ve atomlar kararsız bir yapıya sahip olurdu.

Bu durumda yaşam için gerekli hiçbir element var olamaz, evrendeki tek element sadece hidrojen olurdu.

Diğer yandan, nötronun kütlesi normalde olduğundan çok daha az hafif olsaydı, bu sefer protonlar istikrarsız bir yapıya sahip olurlardı.

Bu durumda protonların kütlesi çekirdek içindeki nötronların kütlesinden daha fazla olurdu ve protonlar bozunuma uğrayarak nötronlara dönüşürlerdi.

Fizikçiler, nötronun kütlesini şimdi olduğundan binde 2 oranında az olması durumunda, bugünkü yapıda atomların var olmasının imkansız olacağını söylemektedirler.

Kısacası böyle bir durumda hayat diye bir şey de olmayacaktı.

 
 
 
Rating: 10.0/10 (1 vote cast)
 
 
Rating: 0 (from 0 votes)
 

73 total views, 3 today

Doğada Yaratılan Güzellik Ölçüsü: Altın Oran

 | Genel | 22 Ocak 2013

“…Eğer uygulama veya işlev unsurları açısından hoşa giden ya da son derece dengeli olan bir forma ulaşılmışsa, orada Altın Sayı’nın bir fonksiyonunu arayabiliriz… Altın Sayı, matematiksel hayal gücünün değil de, denge yasalarına ilişkin doğal prensibin bir ürünüdür.”1

 

L. Pisano Fibonacci

Mısır’daki piramitler, Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa adlı tablosu, ay çiçeği, salyangoz, çam kozalağı ve parmaklarınız arasındaki ortak özellik nedir?

Bu sorunun cevabı, Fibonacci isimli İtalyan matematikçinin bulduğu bir dizi sayıda gizlidir. Fibonacci sayıları olarak da adlandırılan bu sayıların özelliği, dizideki sayılardan her birinin, kendisinden önce gelen iki sayının toplamından oluşmasıdır. 2

Fibonacci Sayıları:
0, 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144, 233, 377, 610, 987, 1597, 2584, …

Fibonacci sayılarının ilginç bir özelliği vardır. Dizideki bir sayıyı kendinden önceki sayıya böldüğünüzde birbirine çok yakın sayılar elde edersiniz. Hatta serideki 13. sırada yer alan sayıdan sonra bu sayı) sabitlenir. İşte bu sayı “altın oran” olarak adlandırılır.

ALTIN ORAN = 1,618

233 / 144 = 1,618
377 / 233 = 1,618
610 / 377 = 1,618
987 / 610 = 1,618
1597 / 987 = 1,618
2584 / 1597 = 1,618

İnsan Vücudu ve Altın Oran

Leonardo da Vinci insan vücudundaki ölçüleri belirlerken altın oranı kullanmıştır.

Sanatçılar, bilim adamları ve tasarımcılar, araştırmalarını yaparken ya da ürünlerini ortaya koyarlarken orantıları altın orana göre belirlenmiş insan bedenini ölçü olarak alırlar. Leonardo da Vinci ve Corbusier tasarımlarını yaparken altın orana göre belirlenmiş insan vücudunu ölçü almışlardır. Günümüz mimarlarının en önemli başvuru kitaplarından biri olan Neufert’te de altın orana göre belirlenmiş insan vücudu temel alınmaktadır.

İnsan Bedeninde Altın Oran

Bedenin çeşitli kısımları arasında var olduğu öne sürülen ve yaklaşık altın oran değerlerine uyan “ideal” orantı ilişkileri genel olarak bir şema halinde gösterilebilir.3

Aşağıdaki şemada yer alan M/m oranı her zaman altın orana denktir: M/m=1,618

İnsan vücudunda altın orana verilebilecek ilk örnek; göbek ile ayak arasındaki mesafe 1 birim olarak kabul edildiğinde, insan boyunun 1,618′e denk gelmesidir. Bunun dışında vücudumuzda yer alan diğer bazı altın oranlar şöyledir:

Parmak ucu-dirsek arası / El bileği-dirsek arası,
Omuz hizasından baş ucuna olan mesafe / Kafa boyu,
Göbek-baş ucu arası mesafe / Omuz hizasından baş ucuna olan mesafe,
Göbek-diz arası / Diz-ayak ucu arası.

İnsan Eli

Elinizi derginin sayfasından çekip ve işaret parmağınızın şekline bir bakın. Muhtemelen orada da altın orana şahit olacaksınız.

Parmaklarımız üç boğumludur. Parmağın tam boyunun İlk iki boğuma oranı altın oranı verir (baş parmak dışındaki parmaklar için). Ayrıca orta parmağın serçe parmağına oranında da altın oran olduğunu fark edebilirsiniz.4

2 eliniz var, iki elinizdeki parmaklar 3 bölümden oluşur. Her elinizde 5 parmak vardır ve bunlardan sadece 8′i altın orana göre boğumlanmıştır. 2, 3, 5 ve 8 fibonocci sayılarına uyar.

İnsan Yüzünde Altın Oran

İnsan yüzünde de birçok altın oran vardır. Ancak bunu elinize hemen bir cetvel alıp insanların yüzünde ölçüler almayı denemeyin. Çünkü bu oranlandırma, bilim adamları ve sanatkarların beraberce kabul ettikleri “ideal bir insan yüzü” için geçerlidir.

Her uzun çizginin kısa çizgiye oranı altın orana denktir.

Örneğin üst çenedeki ön iki dişin enlerinin toplamının boylarına oranı altın oranı verir. İlk dişin genişliğinin merkezden ikinci dişe oranı da altın orana dayanır. Bunlar bir dişçinin dikkate alabileceği en ideal oranlardır. Bunların dışında insan yüzünde yer alan diğer bazı altın oranlar şöyledir:

Akciğerlerdeki bronşlar altın orana göre dallanma yapar.

Yüzün boyu / Yüzün genişliği,
Dudak- kaşların birleşim yeri arası / Burun boyu,
Yüzün boyu / Çene ucu-kaşların birleşim yeri arası,
Ağız boyu / Burun genişliği,
Burun genişliği / Burun delikleri arası,
Göz bebekleri arası / Kaşlar arası.

Akciğerlerdeki Altın Oran

Amerikalı fizikçi B. J. West ile doktor A. L. Goldberger, 1985-1987 yılları arasında yürüttükleri araştırmalarında 5, akciğerlerin yapısındaki altın oranının varlığını ortaya koydular. Akciğeri oluşturan bronş ağacının bir özelliği, asimetrik olmasıdır. Örneğin, soluk borusu, biri uzun (sol) ve diğeri de kısa (sağ) olmak üzere iki ana bronşa ayrılır. Ve bu asimetrik bölünme, bronşların ardışık dallanmalarında da sürüp gider.6 İşte bu bölünmelerin hepsinde kısa bronşun uzun bronşa olan oranının yaklaşık olarak 1/ 1,618 değerini verdiği saptanmıştır.

Altın Dikdörtgen ve Sarmallardaki Tasarım

Kenarlarının oranı altın orana eşit olan bir dikdörtgene “altın dikdörtgen” denir. Uzun kenarı 1,618 birim kısa kenarı 1 birim olan bir dikdörtgen altın dikdörtgendir. Bu dikdörtgenin kısa kenarının tamamını kenar kabul eden bir kare ve hemen ardından karenin iki köşesi arasında bir çeyrek çember çizelim. Kare çizildikten sonra yanda kalan küçük bir kare ve çeyrek çember çizip bunu asıl dikdörtgenin içinde kalan tüm dikdörtgenler için yapalım. Bunu yaptığınızda karşınıza bir sarmal çıkacaktır.

İngiliz estetikçi William Charlton insanların sarmalları hoş bulmaları ve binlerce yıl öncesinden beri kullanmalarını “Sarmallardan hoşlanırız çünkü, sarmalları görsel olarak kolayca izleyebiliriz.” 7 diyerek açıklar.

Temelinde altın oranı yatan sarmallar doğada şahit olabileceğiniz en eşsiz tasarımları da barındırırlar. Ayçiçeği ya da kozalak üzerindeki sarmal dizilimler bu konuda verilebilecek ilk örneklerdir. Yüce Allah’ın kusursuz yaratışının ve her varlığı bir ölçü ile yarattığının bir örneği olan bu durumun yanı sıra birçok canlı büyüme sürecini de logaritmik sarmal formunda gerçekleştirir. Bunun sarmaldaki yayların daima aynı biçimde olması ve yayların büyüklüğünün değişmesine karşın esas şeklin (sarmal) hiç değişmemesidir. Matematikte bu özelliğe sahip başka bir şekil yoktur.8

Deniz Kabuklarındaki Tasarım

Bilim adamları deniz dibinde yaşayan ve yumuşakça olarak sınıflandırılan canlıların taşıdıkları kabukların yapısını incelerken bunların formu, iç ve dış yüzeylerinin yapısı dikkatlerini çekmiştir:

“İç yüzey pürüzsüz, dış yüzeyde yivliydi. Yumuşakça kabuğun içindeydi ve kabukların iç yüzeyi pürüzsüz olmalıydı. Kabuğun dış köşeleri kabukların sertliğini artırıyor ve böylelikle, gücünü yükseltiyordu. Kabuk formları yaratılışlarında kullanılan mükemmellik ve faydalarıyla hayrete düşürür. Kabuklardaki spiral fikir mükemmel geometrik formda ve şaşırtıcı güzellikteki ‘bilenmiş’ tasarımda ifade edilmiştir.”9

Yumuşakçaların pek çoğunun sahip olduğu kabuk logaritmik spiral şeklinde büyür. Bu canlıların hiçbiri şüphesiz logaritmik spiral bir yana, en basit matematik işleminden bile habersizdir. Peki nasıl olup da söz konusu canlılar kendileri için en ideal büyüme tarzının bu şekilde olduğunu bilebiliyorlar? Bazı bilim adamlarının “ilkel” olarak kabul ettiği bu canlılar, bu şeklin kendileri için en ideal form olduğunu nereden bilmektedirler? Böyle bir büyüme şeklinin bir şuur ya da akıl olmadan gerçekleşmesi imkansızdır. Bu şuur ne yumuşakçalarda ne de -bazı bilim adamlarının iddia ettiği gibi- doğanın kendisinde mevcuttur. Böyle bir şeyi tesadüflerle açıklamaya kalkışmak çok büyük bir akılsızlıktır. Bu ancak üstün bir aklın ve ilmin ürünü olacak bir tasarımdır.

Biyolog Sir D’Arcy Thompson uzmanı olduğu bu tür büyümeyi “Gnom tarzı büyüme” olarak adlandırılmıştı. Thompson’ın bu konudaki ifadeleri şöyledir:

“Bir deniz kabuğunun büyüme sürecinde, aynı ve değişmez orantılara bağlı olarak genişlemesi ve uzamasından daha sade bir sistem düşünemeyiz. Kabuk …giderek büyür, fakat şeklini değiştirmez.”10

Birkaç santimetre çapındaki bir nautilusta, gnom tarzı büyümenin en güzel örneklerinden birini görmek mümkündür. C. Morrison insan zekası ile bile planlaması hayli güç olan bu büyüme sürecini şöyle anlatır:

“Nautilus’un kabuğunun içinde, sedef duvarlar ile örülmüş bir sürü odacığın oluşturduğu içsel bir sarmal uzanır. Hayvan büyüdükçe, sarmal kabuğunun ağız kısmında, bir öncekinden daha büyük bir odacık inşa eder ve arkasındaki kapıyı bir sedef tabakası ile örterek daha geniş olan bu yeni bölüme ilerler.”11

Kabuklarındaki farklı büyüme oranlarını içeren logaritmik sarmallara göre diğer deniz canlıları bilimsel adlarıyla şöyle sıralanabilir:

Haliotis Parvus, Dolium Perdix, Murex, Fusus Antiquus, Scalari Pretiosa, Solarium Trochleare.

Bugün fosil halinde bulunan ve Amonitlerde logaritmik sarmal şeklinde gelişen kabuklar taşırlar.

Hayvanlar dünyasında sarmal formda büyüme sadece yumuşakçaların kabukları ile sınırlı değildir. Özellikle Antilop, yaban keçisi, koç gibi hayvanların boynuzları gelişimlerini temelini altın orandan alan sarmallar şeklinde tamamlarlar.12

İşitme ve Denge Organında Altın Oran

İnsanın iç kulağında yer alan Cochlea (Salyangoz) ses titreşimlerini aktarma işlevini görür. İçi sıvı dolu olan bu kemiksi yapı, içinde altın oran barındıran _=73 derece 43´ sabit açılı logaritmik sarmal formundadır.

Sarmal Formda Gelişen Boynuzlar ve Dişler

Filler ile soyu tükenen mamutların dişleri, aslanların tırnakları ve papağanların gagalarında logaritmik sarmal kökenli yay parçalarına göre biçimlenmiş örneklere rastlanır. Eperia örümceği de ağını daima logaritmik sarmal şeklinde örer. Mikroorganizmalardan planktonlar arasında, globigerinae, planorbis, vortex, terebra, turitellae ve trochida gibi minicik canlıların hepsinin sarmala göre inşa edilmiş bedenleri vardır.

Mikrodünyada Altın Oran

Geometrik şekiller sadece üçgen, kare veya beşgen, altıgen ile kısıtlı değildir. Bu saydığımız şekiller değişik şekillerde de biraraya gelerek yeni üç boyutlu geometrik şekiller oluşturabilirler. Bu konuda ilk olarak küp ve piramit örnek olarak verilebilir. Ancak bunların dışında, günlük hayatta hiç karşılaşmadığımız hatta ismini dahi ilk defa duyduğumuz tetrahedron (düzgün dört yüzlü), oktahedron, dodekahedron ve ikosahedron gibi üç boyutlu şekillerde vardır. Dodekahadron 13 tane beşgenden, ikosahedron ise 20 adet üçgenden oluşur. Bilim adamları bu şekilleri matematiksel olarak birbirine dönüşebileceğini ve bu dönüşümün altın orana bağlı oranlarla gerçekleştiğini bulmuşlardır.

16. Yüzyılda altın oran için “hazine” ifadesini kullanan Kepler, beş düzgün cisim arasındaki geometrik dönüşümlere çok önem vermiş ve gezegenlerin yörüngeleri ile bu cisimleri çevreleyen küreler arasında bir ba¤lantı kurmaya çalışmıştır.

 

Kepler, düzgün çok yüzlüleri iç içe geçmiş şekilde gösteren ve bu düzen ile Güneş Sistemi arasındaki bağlantıyı araştıran şemalar geliştirmiştir. (J. A. West & J. G. Toonder, The Case for Astrology, Penguin Books, 1970)

 

Miroorganizmalarda altın oran barındıran üç boyutlu formlar oldukça yaygındır. Birçok virüs ikosahedron yapısında bir biçime sahiptir. Bunların en ünlüsü Adeno virüsüdür. Adeno virüsünün protein kılıfı, 252 adet protein alt biriminin düzenli bir biçimde dizilmesi ile oluşur. İkosahedronun köşelerinde yer alan 12 alt birim ise beşgen prizmalar biçimdedir. Bu köşelerden diken benzeri yapılar uzanır.

Virüslerin altın oranları bünyesinde barındıran formlarda olduğunu tespit eden ilk kişi 1950′li yıllarda Londra’daki Birkbeck Koleji’nden A. Klug ile D. Caspar’dır.13 Üzerinde ilk tespit yapılan virüs ise Polyo virüsüdür. Rhino 14 virüsü de Polyo virüsü ile aynı formu gösterir.

Peki acaba virüsler neden biz insanların zihnimizde canlandırmasını bile zorlukla yapabildiğimiz, böyle altın orana dayalı özel bir formlara sahiptirler? Bu formların kaşifi A. Klug bu konuyu şöyle açıklıyor:

“Caspar ile ben, küresel bir virüs kılıfı için optimum tasarımın ikosahedron tarzı bir simetriye dayandığını gösterdik. Böyle bir düzenleme bağlantılardaki sayıyı en aza indirir… Buckminster Fuller’in yarı küresel jeodezik kubbelerinden14 çoğu da benzer bir geometriye göre inşa edilirler. Bu kubbelerin oldukça ayrıntılı bir şemaya uyularak monte edilmeleri gerekir. Halbuki virüs, bir virüs kılıfı, alt birimlerinin esnekliğinden ötürü kendi kendini inşa eder.”15

Klug’un bu açıklaması çok açık bir gerçeği bir kez daha ortaya koymaktadır. Bilim adamlarının “en basit ve en küçük canlı parçalarından biri”16 olarak gördükleri virüslerde bile hassas bir planlama ve akıllı bir tasarım vardır. Bu tasarım, dünyanın önde gelen mimarlarından Buckminster Fuller’ın gerçekleştirdiği tasarımlardan çok daha başarılı ve üstündür.

Dodekahedron ile ikosahedron, tek hücreli deniz yaratıkları olan ışınlıların silisten yapılma iskeletlerinde de ortaya çıkar.

Işınlılar (radiolaria), her köşesinden birer yalancı ayak çıkan düzgün Dodekahedron gibi, bu iki geometrik formdan kaynaklanan yapıları, yüzeylerindeki çok çeşitli oluşumlarla birlikte değişik güzellikteki bedenleri oluştururlar.17

Büyüklükleri bir milimetreden daha küçük olan bu organizmalara örnek olarak, ikosahedron yapılı Circigonia Icosahedra ile dodekahedran iskeletli Circorhegma Dodecahedra’nın adları verilebilir.18

DNA’da Altın Oran

Canlıların tüm fiziksel özelliklerinin depolandığı molekül de altın orana dayandırılmış bir formda yaratılmıştır. yaşam için program olan DNA molekülü altın orana dayanmıştır. DNA düşey doğrultuda iç içe açılmış iki sarmaldan oluşur. Bu sarmallarda her birinin bütün yuvarlağı içindeki uzunluk 34 angström genişliği 21 angström’dür. (1 angström; santimetrenin yüz milyonda biridir) 21 ve 34 art arda gelen iki Fibonacci sayısıdır.

Kar Kristallerinde Altın Oran

Altın oran kristal yapılarda da kendini gösterir. Bunların çoğu gözümüzle göremeyeceğimiz kadar küçük yapıların içindedir. Ancak kar kristali üzerindeki altın oranı gözlerinizle göre bilirsiniz. Kar kristalini oluşturan kısalı uzunlu dallanmalarda, çeşitli uzantıların oranı hep altın oranı verir.19

Uzayda Altın Oran

Evrende, yapısında altın oran barındıran birçok spiral galaksi bulunur.

Fizikte de Altın Oran….

Fibonacci dizileri ve altın oran ile fizik biliminin sahasına giren konularda da karşılaşırız:

“Birbiriyle temas halinde olan iki cam tabakasının üzerine bir ışık tutulduğunda, ışığın bir kısmı öte yana geçer, bir kısmı soğurulur, geriye kalanı da yansır. Meydana gelen, bir, ‘çoklu yansıma’ olayıdır. Işının tekrar ortaya çıkmadan önce camın içinde izlediği yolların sayısı, ışının maruz kaldığı yansımaların sayısına bağlıdır. Sonuçta, tekrar ortaya çıkan ışın sayılarını belirlediğimizde bunların Fibonacci sayılarına uygun olduğunu anlarız.”20

Doğada birbiriyle ilişkisiz canlı veya cansız pek çok yapının belli bir matematik formülüne göre şekillenmiş olması onların özel olarak tasarlanmış olduklarının en açık delillerinden biridir. Altın oran, sanatçıların çok iyi bildikleri ve uyguladıkları bir estetik kuralıdır. Bu orana bağlı kalarak üretilen sanat eserleri estetik mükemmelliği temsil ederler. Sanatçıların taklit ettikleri bu kuralla tasarlanan bitkiler, galaksiler, mikroorganizmalar, kristaller ve canlılar Allah’ın üstün sanatının birer örneğidirler.

 
 
 
Rating: 10.0/10 (1 vote cast)
 
 
Rating: 0 (from 0 votes)
 

105 total views, 2 today

Bilim, Evreni Kapsayan Üstün Aklı Keşfediyor

 | Genel | 22 Ocak 2013

Sabah uyanınca ilk işiniz elinizi yüzünüzü yıkamak için banyoya gitmek oldu. Elinizi musluğa uzattınız ve yüzünüzü yıkamaya başladınız. Ama musluktan akan motor yağı kıvamında simsiyah bir suydu ve yüzünüzden akıp gitmedi, adeta yapıştı. Sonra giyinmek için elinizi dolabınızın çekmecesine uzattınız. Ama garip bir şey daha oldu; gözlerinizle elinizin çekmeceye değdiğini gördüğünüz halde parmak uçlarınız bunu hissetmemişti. Çünkü sinir sisteminizin çalışmasında bir farklılık vardı ve siz parmaklarınızdaki hislerden yoksun kalmıştınız. Havanın durumuna bakmak için pencerenin yanına gidip perdeyi araladığınızda ise hiçbir şey göremediniz. Cam sanki kalın bir perde gibiydi, o herkesin bildiği saydamlığını yitirmişti…

Bir sabah uyandığında yukarıdaki gibi olaylar ile karşılaşan bir kişinin dünyadaki düzeni olağan bulması ve bu konuda düşünmemesi mümkün değildir.

Her yeni günde tüm olaylar aynı kurallar ve etkileşimler içinde gerçekleşir. Örneğin musluktan akan su ile rahatlıkla elimizi yüzümüzü yıkarız. Su ideal bir çözücülüğe sahip olduğundan kirleri yerinden söküp götürür. Ayrıca suyun akışkanlığı da ideal bir orandadır. Eğer kıvamı bal gibi olsaydı, ne borularda akabilir ne de temizlik işlerinde kullanılabilirdi. Suyun kimyasal bileşiminde zehirleyici ya da insan bünyesindeki dengeleri bozucu bir özellik de yoktur. Bunlar su ile ilgili sayısız detaydan yalnızca birkaçıdır. Birçok insanın normal karşıladığı bu özellikler evrendeki kusursuz tasarımın örneklerindendir. Evreni Allah yaratmıştır, Allah yaptığı herşeyi kusursuzca yaratan, üstün güç sahibi olandır.

 

Evrenin Her Noktasında Kendini Gösteren Akıl

Bugün bilimsel alanda yapılan tüm araştırmalar ve incelemeler içinde yaşadığımız evrenin rasyonel bir yapı ile kaplı olduğunu ortaya koymaktadır. Rasyonel, anlam itibariyle akla dayanan, ölçülü, hesaplı demektir. Suyun akışkanlığından, sinir sistemine kadar farkında olduğumuz ya da olmadığımız tüm ideal özellikler hep evrenin rasyonellik özelliğinden kaynaklanır.

Evrenimizin bugünkü halini açıklayabilmek için bilim tarafından şart koşulan rasyonellik hakkında Einstein şöyle demiştir:

“Bu alandaki (bilim) başarılı gelişmelerin yoğun deneyimini yaşamış olan herkes, mevcudiyette açığa çıkartılan rasyonellik karşısında derin bir huşu içerisindedir… Mevcudiyette vücut bulan aklın ihtişamı.” (1)

Gerald L. Schroeder dünyanın önde gelen üniversitelerinden Massachussets of Technology’de ‘moleküler biyoloji’ ve ‘kuantum fiziği’ alanlarında doktorasını yapmış saygın bir bilim adamıdır. Time, Newsweek ve Scientific American gibi prestijli dergilerde bilim yazarlığı yapmaktadır. Schroeder hala devam ettirdiği bilimsel çalışmalarının ardından vardığı sonucu “Tanrı’nın Saklı Yüzü” adlı kitabında şöyle açıklamaktadır:

“Fiziksel dünya, mucizevi olgularla dolu bir birlik fenomenidir. Evrendeki milyarlarca galaksi arasında dağılmış olan trilyonlarca yıldızı yöneten, 15 milyar ışık yılı uzaklığa kadar uzanan aynı yasalar, 0,0001 santimetrelik bir hücre içerisindeki kimyasal reaksiyonları da yönetmektedir. Organik hücrenin 10 -5 metrelik alanından evrenin 10 26 metrelik alanına kadar, 10 -26 kilogramlık atom kütlesinden, 10 30 kilogramlık Güneş kütlesine kadar, aynı yasalar. Ama neden? Evren neden böylesine idrak edilebilir ve tutarlıdır? Buna bilim tek başına cevap veremez. Muhtemelen bizler, fiziksel olanın içerisinde tutulan metafiziğe dair ip uçlarıyla karşılaşmaktayız.” (2)

Schroeder’in bu görüşü Einstein’ın “mevcudiyette vücut bulduğunu düşündüğü akıl” ile aynıdır:

“Fizikçilerin günümüzde ulaştığı son nokta bize çok açık bir ders vermektedir: Daha derin bir inceleme sonucunda, yüzeysel olarak bakıldığında çeşitlilik olarak görünen şeyin aslında ‘Bir’lik olduğunu anlarız.

Ebedi ve ezeli olan Bir’dir dendiğinde bunun ardından iki, üç ve dördün geldiği ‘Bir’ sanmayın. Burada bundan çok daha derinlikli bir şeyden bahsedilmektedir. Burada bahsi geçen birlik, fiziksel olan tarafından idrak edilen sonsuz metafiziksel gerçekliktir, tamamen kapsayıcı ve evrensel olan ‘Bir’liktir.” (3)

Stanford Üni. Popülasyon Biyolojisi alanında doktora yapan ve Florida Üniversitesi Zooloji profesörlüğü ve Bölüm Başkanlığı görevini yürüten Prof. Thomas C. Emmel ise bu konuda şunları söylemiştir:

“…Mevcut Big Bang teorisini şimdiye kadar yapılmış en iyi izahat olarak görüyorum. Yaratıcı süreç pekala devam etmekte. …bence Allah’ın varlığı, bizi çevreleyen engin evren üzerine yaptığımız çalışmalarda açıkça ortaya çıkıyor .” (4)

 

Sebep – Sonuç İlişkisi Evreni Açıklamakta Yetersiz Kalıyor

Birçok bilim adamı doğadaki fizik yasalarının ve canlıların gelişiminin sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde cereyan ettiğini düşünür. Hatta bunun, doğal bir olayın açıklamasının bilimsel olarak değer kazanabilmesi için şart olduğunu bile ileri sürerler. Ancak bunu iddia edenler bir açmazla karşı karşıyadırlar. Şu ifade kesin bir çelişkiyi barındırır:

“Elbette bazı şeyler (bilimsel olgular) aslında bir sebebe dayanır ama herşey, bir sebebe dayanmayan şeyler de dahil olmak üzere, bir sebep olmadan da var olabilir.” (5)

Burada kast edilen şey şöyle örneklendirilebilir: Yağmurun nedeni bulutlardır, bulutların nedeni atmosferik olaylar, atmosferin nedeni ise Dünya’nın yapısıdır. Peki Dünya’nın yapısının nedeni nedir? İşte burası herşeyi sebep–sonuç ilişkisine bağlayan zihniyetin iflas ettiği noktadır.

Bugün bilimi sebep-sonuç ilişkisi üzerine kurmaya çalışanlar büyük bir telaş ve sıkıntı yaşıyor. Bu sıkıntının nedeni evrenin başlangıcı olan olaydır: Büyük Patlama ya da orijinal adıyla Big Bang. Astrofiziğin ulaştığı kesin sonuç, tüm evrenin, bir sıfır anında, büyük bir patlamayla var olduğudur. Büyük Patlama, tüm evrenin tek bir noktanın patlamasıyla yokluktan meydana geldiğini kanıtlamıştır.

Canlılığı ve diğer fiziksel varlıkları sebep-sonuç ilişkisi ile açıklama “maddenin zaman içinde birbiriyle etkileşimi” temeline dayanır. Ancak maddenin, enerjinin, hatta zamanın dahi bulunmadığı bir an vardır. Bu anı maddi bir sebeple açıklamak da imkansızdır.

Yale Üniversitesi Fizik ve Doğa Felsefesi profesörü Henry Margenau doğa kanunlarının tesadüflerle açıklanamayacağını şöyle ifade etmiştir:

“Şuna hiç şüphe yok ki, doğa kanunları tesadüfler ya da kazalar sonucu ortaya çıkmış olamaz. O halde doğanın sayısız yasalarının ortaya çıkışına dair sorulacak cevap ne olmalıdır? Doğa kanunlarının evrensel geçerliliğine uygun olan tek bir cevap biliyorum: Doğa kanunlarını Allah yaratmıştır. Allah herşeyi bilen, herşeye gücü yetendir. ” (6)

Oxford Üniversitesinde Tabii Bilimler Doktorası yapmış ve 1973 yılında Nobel Tıp Ödülünü kazanmış olan nörofizyolog Sir John Eccles ise hayatın ancak kusursuz bir yaratılışın sonucu olduğunu söyler:

“Eğer herşeyde bir amaç ve tasarımın hakim olduğuna inanmazsanız o zaman herşeyin sadece tesadüf ve gereklilikten ibaret olduğunu öne sürebilirsiniz. Ama varoluşunuzu açıklamak için tesadüf ve gerekliliğe bağlı kalmak aptalca birşeydir. Bütün hayat ve elbette bütün insanlar kusursuz bir yaratılış planının parçasıdırlar.” (7)

Bir kısım insanların -ki bunlara bazı bilim adamları da dahildir- sebep-sonuç etkileşiminde bu kadar ısrarcı olmalarının nedeni, herşeyi, maddi dünyayı, kendi içinde açıklayabilme arzusudur. Materyalizm olarak adlandırılan bu akıma göre; evren sonsuz boyuttadır. Sonsuzdan beri vardır ve sonsuza kadar da var olacaktır. Bu sonsuzluk içinde en karmaşık olaylar dahi rastlantısal gelişmelerin sonucu olabilir. Sonuç olarak bir materyalist için herşeyin Yaratıcısı olan Allah’a inanmak söz konusu değildir. Materyalist felsefenin de temelini oluşturan bu görüş, 20. yüzyılda gelişen bilim ve teknoloji ile kökünden yıkılmıştır. Bilim adına ortaya çıkan materyalist iddia, yine bilim tarafından ortadan kaldırılmıştır. Maddenin sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza kadar da var olacağı iddiası artık bir dogmadır (dogma; doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir öğretinin veya ideolojinin temelidir ).

1978 Nobel Fizik Ödülü’nü alan Dr. Arno Penzias materyalizmin bilimsel bir gerçek değil, ancak inanç olabileceğini şöyle açıklar:

“Bugünün dogması ise maddenin ezeli ve ebedi olduğu yönündedir. Bu dogma, evrenin yaratılmış olduğuna işaret eden gözleme dayalı kanıtların, astronominin bugüne kadar ürettiği gözlemlenebilir verilerin hepsinin evrenin yaratıldığı iddiasını desteklediği gerçeğine rağmen, kabul etmek istemeyen insanların (bunlara fizikçilerin çoğunluğu da dahildir) içgüdüsel inançlarına dayanmaktadır.” (8)

Evrenin başından beri bir plana göre işlediğini ise Penzias şöyle anlatır:

“Astronomi bizi benzersiz bir olaya ulaştırır; hiçlikten yaratılmış olan, hayatın oluşabilmesi için sağlanması gereken koşullara en uygun, hassas bir dengeye ve kendisine temel oluşturan bir plana (buna ‘doğaüstü’ de denebilir) sahip olan bir evren.” (9)

Bilim çevreleri de artık evrenin ‘insan merkezcil bir amaç’ (Homo-centrici Teleologism) taşıdığını düşünmeye başlamıştır. Buna göre evren, boş yere var olmamıştır; bir amacı vardır. Evrendeki tüm fiziksel dengeler insan yaşamı için çok hassas bir biçimde ayarlanmıştır. Evrendeki her ayrıntı, insan yaşamını gözeten bir amaçla tasarlanmıştır.

 
 
 
Rating: 0.0/10 (0 votes cast)
 
 
Rating: 0 (from 0 votes)
 

71 total views, 1 today

Doğanın En Kuvvetli Yapıştırıcısı Tıbbi Yapıştırıcı Olarak Kullanılabilir

 | Genel | 22 Ocak 2013


Caulobacter crescentus  sapıyla ve tutangaçlarıyla(vantuz) katı maddelere  sabit bir şekilde tutunur. Burada, alt kısımdaki iki saplı  hücre çoğalarak kendi kopyalarını oluşturuyorlar.

İndiana Bloomington ve Brown Üniversitelerindeki araştırmacıların çalışmalarına göre, Nehirlerde, su kaynakalrında ve su kanallarında yaşayan bu bakteri (Caulobacter crescentus)bulunduğu yerde kalabilmek için doğadaki en kuvvetli yapıştırıcıyı kullanıyor.  Şimdi bilim adamları bu madenin nasıl oluştuğunu bulmaya çalışmaktadırlar.

Bilimadamları bir tek Caulobacter crescentus’u cam bir pipetten ayırabilmek için buna 1 micronewtonluk bir kuvvet uygulanması gerektiğini buldular. ÇünküCaulobacter crescentus çok küçük, bu kuvvet milimetrekareye 70 newton kuvvet uygulamaya eşdeğer. Bakterinin yapışkanının dayandığı bu kuvvet, 5 ton inchkareye eşdeğer- bir bozuk paranın üstüne (25 cent) 3 ya da dört araba koymak gibi. Milimetrekareye 18-28 newtonluk bir kuvvet uygulandığında bu Süper yapıştırıcıyı  kırabilirler.

Teorik olarak Caulobacter crescentus’un yapıştırıcısı, mühendislik ve tıbbi uygulamalar için topluca bol miktarda üretilebilir. Büyük ihtimal ile de zaman aşımıyla doğal olarak eriyen cerrahi yapıştırıcı olarak kullanılması.

Çalışmalarını Brown Üniversitesinden  fizikçi Jay Tang ile birlikte yürüten, Indiana Bloomington Üniversitesi’nden bakteriolog Dr. Yves Brun, salgının tuzlu suda dahi etkili olması sayesinde, tıbbi amaçlarla özellikle dişçilik ve ameliyat yaralarının kapatılmasında da kullanılabileceğini dile getirdi.

“bu yapıştırıcı ıslak zeminlerde de etkili olduğu için bu konuda belli çalışmalar var, bir ihtimal olarak ta bu yapıştırıcı kendiliğinden eriyebilen cerrahi yapıştırıcı olarak kullanılabilir”

Caulobacter crescentus kendisini kayalara ve cam pipetlerin iç yüzeylerine ince uzun saplarıyla yapıştırıyor. Bu tutunma organının sonunda, bakteriye her türlü zemine tutunmasına izin veren üzeri polisakkarit (zincir şeklindeki şeker molekülleri) ile kaplı bir tutma aleti var. PNAS (Ulusal Bilimler Akademisi) yayınında, bakterinin kuvvetli bir şekilde yapışmasını sağlayan kaynağının şeker molekülleri olduğu belirtilmiş.

Brun, en zor kısmın bakteriden çok sayıda yapıştırıcı çıkarmak olduğunu vurguluyarak, ” Bir de bu sıvıyı etrafa bulaştırmadan üretebilmek gerek” diye konuştu. Brun: “özel mutantlar kullanarak yapıştırıcıyı cam yüzeyler üzerinde  izole edebiliriz. Yapıştırıcıyı yıkayarak çıkarmayı  denedik ama başarılı olamadık.”

Bilimadamları Caulobacter crescentus’un saplarıyla son derece ince ve esnek bir cam pipetin yüzeyine yapışmasına izin verdiler. bakteri hücresini anında ince bir tüpe aktarmışlar. bakteri hücresini tutabilmek için bir micromanipulator kullandılar ve tutunma organını camdan ayırmak için gerekli kuvveti hesaplayarak bakteriyi doğrudan cam pipetten uzaklaştırdılar.

14 deneme sonunda, tek bir hücreyi camdan ayırarak müstakil hale getirebilmek için gereken kuvvetin yaklaşık olarak  0.11 ile 2.26 mikronewton arasında olduğunu hesapladılar.

Caulobacter crescentus  son derece yetersiz besin şartlarında yaşayabilmektedir. Bu da bakterinin musluk suyunda dahi bulunuşu açıklıyor. Musluk suyunda düşük yoğunluklarda ( konsantrasyonlarda) bulunduğu ve insan için zararlı olan herhangi bir toksin üretmediği için insan sağlığını tehdit etmemektedir.

 
 
 
Rating: 0.0/10 (0 votes cast)
 
 
Rating: 0 (from 0 votes)
 

97 total views, 3 today

Doğadaki Vites Kutuları ve Jet Motorları

 | Genel | 22 Ocak 2013

Motorlu taşıtlara ilgi duyan hemen herkes bu araçların hareket etmesinde vites kutularının ve tepkili motorların ne kadar önemli bir yer tuttuğunu bilir. Fakat pek az kişi, doğada, bizim kullandıklarımızdan çok daha iyi tasarıma sahip vites kutularının ve jet motorlarının olduğundan haberdardır.

Vites kutusu, bir aracın hızı değiştiğinde motorun en verimli şekilde kullanılmasını sağlar. Doğadaki vites kutuları da otomobillerdekine benzer bir prensiple çalışır. Örneğin sinekler, normal bir uçuş sırasında, havada üç aşamalı hız sağlayan doğal bir vites kutusu kullanırlar. Bir sinek bu sistem sayesinde kanatlarını istediği hızda çırparak aniden hızlanabilir veya yavaşlayabilir.1

Otomobillerde motordan elde edilen gücü tekerleklere aktarmak için çok sayıda dişli kullanılır. Düzgün bir sürüş, ancak dişliler kademe kademe kullanıldığı takdirde elde edilebilir. Arabalardaki oldukça ağır ve fazlaca yer kaplayan bu dişlilerin yerine, sineklerde sadece birkaç milimetrekareye sığan bir mekanizma vardır. Çok daha kullanışlı bu mekanizma sayesinde sinekler kanatlarını rahatlıkla çırpabilirler.

Mürekkep balığı, ahtapot ve Nautilus, suda hareket ederken tepkili motorlardaki gibi bir itiş gücü kullanırlar. Bu sistemin ne kadar etkili olduğunun anlaşılması için, bilim literatüründeki adı Loligo Vulgaris olan kalamarın suyun içindeki hızının saatte 30 kilometreyi aştığını söylememiz yeterli olacaktır.3

Bir jet motoru bir ucundan havayı emer ve diğer ucundan çok daha büyük bir hızla dışarı bırakır. Harrier uçakları, motorlarının egzozlarından yüksek hızla çıkan havayı özel kanallar aracılığıyla yere doğru püskürtürler. Harrier bu sistem sayesinde dikey iniş-kalkış yapabilir. Uçak havalandıktan sonra egzoz çıkışı geriye doğru yönlendirilir.
Mürekkep balığı da, jet uçaklarındaki gibi jet tipi itme hareketini kullanır. Mürekkep balığının bedeninde, cep benzeri iki açıklık bulunur. Bu açıklıktan alınan su, kuvvetli kaslardan oluşan esnek bir torbaya alınır. Torbada arkaya doğru açılan bir kanal bulunur. Kasların kasılmasıyla kesedeki su büyük bir hızla kanaldan dışarı atılır. Bu canlı, düşmanlarından kaçarken 32 km/saat hıza kadar ulaşabilir, hatta bazen sudan dışarı sıçrayarak gemilerin güvertelerine düşebilir.2

Bir istiridye, deniz yıldızı tarafından tehdit edildiğinde kabuğunun iki yakasını aniden kapatır. Böylece bir miktar suyu jet hareketi oluşturacak şekilde dışarı atar ve bedenini ileri fırlatmış olur.

Bilimsel adı Ecballium elaterium olan acı kavun bitkisi, tohumlarını meyvelerindeki şiddetli bir patlama ile etrafa dağıtır. Bu patlama jet tipi bir hareketle gerçekleştirilir. Sapından kurtulup düştüğünde meyvenin içindeki basınç dengesi bozulur ve meyvenin içindeki tohumlar yapışkan bir sıvı ile dışarı fışkırtılır. Bitkideki bu düzen, bir mermiyi namlusundan saniyede 1.000 metre hızla fırlatan tabancanınkine benzer.4

Bu konudaki en benzersiz örneklerden biri olan Nautilus, ahtapot benzeri bir deniz canlısıdır ve jet motoru ile çalışan bir gemi gibidir. Başının altındaki bir tüp ile suyu içeri alır ve sonra da geri püskürtür. Böylece oluşturduğu akım bir yöne doğru hareket ederken Nautilus da diğer yöne doğru hareket eder.

Bu canlıların bilim adamlarını imrendiren bir diğer özellikleri de, sahip oldukları doğal tepkimeli motorların, denizin derinliklerindeki son derece güçlü basınçlardan etkilenmemesidir. Ayrıca hareketi sağlayan sistemleri hem sessiz hem de oldukça hafiftir. Nitekim Nautilusun tasarımındaki bu üstünlük, denizaltılar için model oluşturmuştur.

Deniz Altındaki 100 Milyon Yıllık Üstün Teknoloji

Denizaltılarda bulunan dalış tankları suyla dolunca gemi sudan daha ağır hale gelir ve dibe dalar. Eğer tanktaki su, basınçlı hava ile boşaltılırsa denizaltı tekrar su yüzüne çıkar. Nautilus da hareket ederken aynı yöntemi kullanır. Nautilusun vücudunda 19 cm. çapında, salyangoz kabuğu biçiminde spiral bir organ vardır. Bu organda birbiriyle bağlantılı 28 tane “dalış hücresi” bulunur. Ancak bu, suyun boşaltılması için yeterli değildir; takviye olarak basınçlı havaya da ihtiyaç vardır. Peki ama Nautilus suyu boşaltmak için gerekli basınçlı havayı nereden bulur?

 
Denizaltılar su yüzeyine çıkmak ya da dibe dalmak için özel bölmeler kullanırlar. Bu bölmeler Nautilus’taki bölmelerle aynı işi görür. Bölmeler hava ile dolu olduğunda denizaltı su yüzeyinde durur. Bölmedeki hava su ile değiştiğinde denizaltı dibe batar. Uygun miktarda suyun bölmelere basılması ya da boşaltılması sağlanarak denizaltının su altındaki seyri ayarlanır.

Nautilusun vücudunda biyokimyasal yolla özel bir gaz üretilir ve bu gaz, kan dolaşımı ile hücrelere aktarılarak hücrelerden suyun çıkması sağlanır. Bu sayede Nautilus avlanırken ya da düşmanlarından kaçmak istediğinde daha derine inebilir veya yüzeye çıkabilir.

Bir denizaltı sadece 400 m. dibe dalabilirken Nautilus için 450 m. derinliğe dalmak son derece kolaydır.5

Bu, pek çok canlı için oldukça tehlikeli bir derinliktir. Ancak buna rağmen Nautilus bu durumdan hiç etkilenmez, kabuğu basınçtan parçalanmaz ya da vücudunda herhangi bir zararlı etki görülmez.

Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta daha vardır. Nautilus, yaratıldığı ilk günden beri bu sisteme sahiptir. Peki, 450 metre derinlikteki basınca dayanıklı bu özel kabuk yapısını Nautilusun kendisi tasarlamış olabilir mi? Ya da vücudundaki suyu boşaltmak için basınçlı hava elde edebileceği gazı kendisi bulmuş olabilir mi? Şüphesiz Nautilusun ne kendi kendine gaz üretecek bir kimyasal tepkimeyi bilmesi, ne de bu tepkimeyi gerçekleştirecek yapıyı kendi vücudunda kurması ya da suyun basıncından dolayı üzerinde oluşan tonlarca yüke dayanacak bir kabuk tasarımı yapması kesinlikle mümkün değildir.

 
 
 
Rating: 0.0/10 (0 votes cast)
 
 
Rating: 0 (from 0 votes)
 

80 total views, 3 today

 
  •  
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol